Mavi Boncuk | See also: Word origin | Sedir, Sedye, Somye, Semer
Dolap: طولاب fromPE. dōlāb’dan; eski metinlerde asıl şekliyle dōlāb – dūlāb olarak da kullanılmıştır)
1. İçine eşyâ, giyecek ve öteberi konmak üzere yapılmış
raflı, çekmeceli, kapaklı mobilya veya duvara oyulmuş raflı, kapaklı göz:
Asistanlar deftere bir şeyler yazıyorlar, camlı dolapları karıştırıyorlar
(Peyâmi Safâ). Karşılık olarak ben de sana / Mutfaktaki dolaptan aşırıp /
Tereyağı veririm (Orhan V. Kanık).
2.Dönerek iş gören çark, çıkrık: “Bucurgat dolabı.” “Taş
ocağı dolabı.”
3. Bostan sulamak için gözleri bağlı bir beygir tarafından döndürülmek
sûretiyle bostan kuyusundan su çekmeye yarayan düzenek: Yeri bostân u bâğ iken
temâşâ eyle dôlâbı / Döküp göz yaşını devrân elinden zâr zâr inler (Zâtî). Bir
bostan dolabının gölgesini ve şıkırtısını, kovaların akşam ışığıyle dolmuş
parıltısını bir fotoğraf hissizliği ve mevsûkiyetiyle aksettiriyor (Sait Fâik).
İstanbul civârının en güzel bostanları ve bostan dolapları Anadolu yakasında
idi, zamânımızda o bostanlar gün geçtikçe yok olmakta, yerlerini meskenler
doldurmaktadır (Reşat E. Koçu). [See: Attached H. Inalcik article]
4. İçine binilen büyük meydan oyuncağı, dönme dolap: Her
güzel dôlâba binmiş bir içim sudur heman (Şeyhülislâm Yahyâ).
5. Bedestenlerde peyke şeklindeki dükkân: Süleyman, en
nihâyet kâmilen parasız kalarak İbrâhim Efendi’nin delâletiyle Bedesten’de bir
dolaba çırak oluyor (Selim N. Gerçek). İstanbul, Edirne, Bursa ve sâir
şehirlerdeki bedestenlerde dolap denen peyke şeklindeki dükkânların altında
mücevher, kıymetli eşyâ ve para saklanan mahzenler vardı (Ekrem H. Ayverdi).
6. Ahşap ve hımış inşaatta direklerin arasına çatkı ve
payanda olarak konan, direkten ince, latadan kalın kereste: “Meşe dolap.”
“Kestâne dolap.”
7. Eski konaklarda harem ve selâmlık arasında yemek ve eşyâ
alıp vermek için kullanılan dönme dolap.
8. Laterna [Eskimiştir].
9. mec. Hîle, düzen, dalavere, desîse: Ey hâcegî seninle
bedestende müşterî / Alış veriş ederdi hep işin dolâb iken (Sürûrî). Sen de
îtiraf edersin, bu yaptığım dolaba akıl lâzımdır (Ahmed Vefik Paşa).
10. mus. Bir nota cümlesinin, nota çizgisi üzerine konan iki
işâretten birincisine gelinince belli bir yere kadar geriye dönülmesi ve tekrar
bu işârete gelinince bu iki işâret arasındaki kısmın atlanıp ikinci işâretten
ileriye doğru devam edilmesi sûretiyle icrâ edilmesine verilen isim [İkisi birlikte
bulunan bu işâretlere de “dolap işâreti” denir].
Dolap beygiri: Bostan sulamak için kurulan düzeneği döndüren beygir. Dolap beygiri gibi dönüp durmak: Hiç değişmeden devam eden, sıkıcı ve yorucu bir işte durmadan çalışmak, aynı yeknesak işi durmadan yapmak.
Dolap çevirmek (döndürmek): Hîleli, dalavereli işler yapmak:
Bu sâyede daha kolaylıkla dolaplarını çevirirler (Reşat N. Güntekin).
Dolap kurmak: Bir düzen hazırlamak, entrika tasarlamak:
Kafanda bir dolap kurmuyor musun? (Ahmed Vefik Paşa). Üvey annesinin kurduğu
dolabı anladı (Ziyâ Gökalp).
Dolaba gelmek (girmek): Aldatılmak. Dolaba koymak (sokmak):
(Birine) Hîle yapmak, aldatmak.
Gardrop: garderobe, wardrobe, armoire EN[1][2][3] fromFR garde-robe giysi dolabı Fr garde koru + Fr robe giysi, gard, roba
Komodin: bedside table EN from Venetian comodìn "dirsek yüksekliğinde olan dolap, büfe. From còmodo "ölçülü, kullanışlı, pratik" from LAT commodus
Oldest source: [ c (1930) : iki aded mükemmel berjer koltuklar ]
Berjer: fromFR bergère [f.] 1. kadın çoban, 2. bir tür koltuk < Fr berger çoban, çoban köpeği
Koltuk: oldTR. koltık – koltuk < kol)
1. Vücutta omuz başının altında kolun gövde ile birleştiği
yer: Bîçâre kadın ne yapacağını şaşırıp etrâfına bakınmakta iken kaptanın
işâreti üzerine iki çımacı hanımın birer koltuğundan yakalayınca vapura
atlatıverdiler (Hüseyin R. Gürpınar). Bana yaklaştı ve yüzüme bakmadan
koltuğumun altına derece koydu (Peyâmi Safâ). Elinde buzdan asa, koltuğunda bir
ney var (Orhan S. Orhon).
2. Sırtı ve kolları dayayacak yerleri olan büyük sandalye,
tek kişilik kanepe: Meşin koltuğu hedef aldım (Reşat N. Güntekin). Sırtındaki
seyis üniformasının parlak düğmelerini çözerek içeri girer ve rahat
koltuklardan birine kendini atardı (Sâmiha Ayverdi). Sonra meşhur Anadolu
Kulübü’nde bir koltuğa gömülüp yine gözlerimi kapıyorum (Rauf Tamer).
3. Sinema, tiyatro, konferans salonu vb. mekânlarda oturma
yerlerinden her biri: “İki koltuk öteye geçer misiniz?” “Ön koltuktan yer
ayırttık.”
4. mec. Yüksek mevki, makam: İşte karşında bekleyen koltuk /
Seni hiç kimse böyle sevgiyle / Kucaklamaz artık (Orhan S. Orhon).
5. eski. Tenhâ ve kuytu yer, kenar, köşe [Eskimiştir].
6. Esnafın belli ve sayılı dükkânlarından başka köşede
bucakta açılmış dükkân.
7. argo. Randevu evi: Öyle ya… böyle evlere koltuk derler
(Ahmet Râsim). Burası Mesut Bey nâmında bir herifin koltuğudur. Baş sermâye
Vuslat Hanım’ı takdim ederim (Hüseyin R. Gürpınar).
8. kısa. Koltuk merâsimi: Şimdi gelini giydireceklerdi,
kendileri hazırlanacaklardı, koltuk olacaktı, yemek yenecekti nihâyet diyordu,
koltukta göreceksiniz ya, ancak yirmi beş yaşında… (Hâlit Z. Uşaklıgil).
9. mec. Yüze karşı övgü, yaranmak için söylenen söz veya
yapılan hareket: “Koltuktan hiç hoşlanmaz.”
10. mîmar. Yapılarda yan destek: Çok kubat ve çirkin görünen
bu nevi koltuklar, Cizvit üslûbu denilen mîmârî üslûbun başlıca karakterini
yapan bir unsurdur. Bu yan koltuklara Avrupa’da XVII. asrın sivil mîmârîsinde
de tesâdüf olunur (Celâl E. Arseven). Câmiin iki cânibinde olan koltuklarda on
yedişer lüle çeşmeler akıtılıp… (Tuhfetü’l-Mi’mâriyye’den).
11. Güzel yazı albümlerinde kıt’aların sülüs, muhakkak veya
tevkî hatla uzun tutulan ilk satırı altına nesih, reyhânî veya rıkā’ hatla kısa
olarak yazılan satırların iki tarafında kare, dikdörtgen yâhut üçgen şeklinde
kalan boş kısım [Bu boş kısımlara yapılan süslemeye koltuk tezhibi denir].
Koltuk altı: Kolun omuzla birleştiği kısmın alt tarafı.
Koltuk değneği: Ayakta duramayanların
koltuklarının altına koyarak dayandıkları ve onun yardımıyle yürüyebildikleri
değnek: Şimdi zavallı kim bilir Anadolu’nun hangi şehrinde koltuk değnekleriyle
gezerek serhaddin hülyâlarıyle âh çekiyor (Ömer Seyfeddin). Mithat Bey! Bu
çocuğa anlatınız, mutlaka koltuk değneği kullanmalıdır (Peyâmi Safâ). Koltuk
değneği ile: mec. Başkasının destek ve yardımı ile.
Koltuk halatı: deniz. Gemiyi rıhtıma bağlamak için baş ve
kıç tarafından verilen palamar.
Koltuk kapısı: Büyük evlerde asıl kapıdan başka hizmet için
kullanılan küçük kapı.
Koltuk kapmak: Yüksek bir mevkiye ulaşmak. Koltuk kavgası:
mec. Mevki mücâdelesi, sandalye kavgası.
Koltuk meyhânesi: Kenarda köşede ayak üstü içki içilen ucuz
meyhâne.
Koltuk resmi (merâsimi): Eski düğünlerde güveyin, gelini
koluna girip dâvetli hanımların arasından geçirerek gelin odasına kadar
götürmesi şeklindeki merâsim: Artık ne koltuk resmi kalmış ne görülecek güvey
kalmıştı. Koltuk merâsimi eski düğünlerde en beklenen merâsim, gelinin sokak
kapısına indirilerek dâmâdın kolunda gelin odasına çıkması ve arkasından para
serpilmesi idi (Sâmiha Ayverdi).
Koltuk sarrafı: Küçük sarraf. Koltuk taşı: mîmar. Kemerlerde
en yüksekte bulunan kilit taşının sağ ve sol tarafındaki taşlara verilen isim.
Koltuk vermek: Yaranmak için yüzüne karşı güzel sözler
söylemek, methetmek, pohpohlamak: Çocuğu öldürtmek için ne kadar da koltuk
veriyorlar (Ahmed Midhat Efendi). Ulan, herifler amma koltuk verdiler be!…
(Ercüment E. Talu). Koltuk vezîri: mec. Dalkavuk, yardakçı: Haa, bir de
eskilerin “dalkavuk, akıl kâhyası, yardakçı” gibi anlamlarda kullandıkları
koltuk vezîri lâfı vardır. Bir yerde okumuştum. Kastamonulular buna koltuk
dümbeği derlermiş (Beşir Ayvazoğlu).
Koltuk yastığı: Yaslanmak için dirseğin altına alınan küçük
yastık: Yorgancı, Leh basmasından yastık yüzü kesermiş. Bir yastık yüzü kesmiş,
kısa düşmüş, koltuk yastığı yaparız diye bir tarafa atmış (Fâik Reşat). Nasıl
şey bu böyle! Koltuk yastığı gibi bir kadın. Yuvarlana yuvarlana gidiyor
(Hüseyin R. Gürpınar).
Koltuğa gelmek: Övülmekten, pohpohlanmaktan hoşlanmak.
Koltuğu altına almak: Himâyesine almak.
Koltuğu (Koltukları) kabarmak: Kendisine yapılan övgü çok
hoşuna gitmek, gururlanmak: Ne yapacak, karısını beğendiklerine övünür,
koltukları kabarır (Ahmed Vefik Paşa). Koltuklarım kabarır, iftihar ederim
(Hüseyin R. Gürpınar).
Koltuğuna girmek: Yürüyemeyecek durumda olan bir kimseyi
taşımak için kendi kollarını o kimsenin koltuğunun altına sokmak: Gel,
koltuğuna gir de köşeye oturt (Şinâsî). Onu daha ilk defa böyle derin bir
uykuya dalmış gören yoldaşları zorla kaldırdılar. Koltuklarına girdiler.
–Haydi, kapı kapanacak dediler; içeri gir (Ömer Seyfeddin).
Koltuğuna sığınmak: Himâyesine girmek: Hepsinin de
arkadaşlıklarının ne derece olduğunu biliyordum, kimi koltuğuma sığınmıştı,
kimi de yumruğumdan yılmıştı (Mahmut Yesâri).
(Birinin) Koltuğunda olmak: Himâyesinde olmak.
Koltuğunu doldurmak: Bulunduğu mevkiin gereğini yapabilecek
yetenekte olmak.
Koltukta olmak: Başkasının ikrâmına konmak, kendisi para
veya bir bedel ödememek: Son ayda Londra müzâkereleri ispat etti ki Yunanistan
(…) bu fütûhâtı kendi emeğiyle değil, tâ 1821’den beri olduğu gibi devletlerden
hediye ve peşkeş yoluyle, koltukta olarak elde etmek için debeleniyor (Yahyâ
Kemal).
[1] garderobe (n.) also garde-robe, "wardrobe," early 14c., from Old French garderobe "wardrobe; alcove; dressing-room" (Old North French warderobe; see wardrobe).
Garderobe is a historic term for a room in a medieval castle. The Oxford English Dictionary gives as its first meaning a storeroom for valuables, but also acknowledges "by extension, a private room, a bed-chamber; also, a privy". Its most common use now is as a term for a castle toilet.
Garderobe derives from the French word for "wardrobe", a lockable place where clothes and other items are stored. According to medieval architecture scholar Frank Bottomley, garderobes were "Properly, not a latrine or privy but a small room or large cupboard, usually adjoining the chamber [bedroom] or solar [living room] and providing safe keeping for valuable clothes and other possessions of price: cloth, jewels, spices, plate and money." Dansker, a German term for a castle toilet in a tower over a watercourse
A description of the garderobe at Donegal Castle indicates that while it was in use, it was believed that ammonia would protect visitors' coats and cloaks from moths or fleas.
[2] wardrobe (n.) early 14c., "room where wearing apparel is kept," earlier "a private chamber" (c. 1300), from Old North French warderobe, wardereube (Old French garderobe) "dressing-room, place where garments are kept," from warder "to keep, guard" (from Proto-Germanic *wardon "to guard," from suffixed form of PIE root *wer- (3) "perceive, watch out for") + robe "garment" (see robe (n.)). Meaning "a person's stock of clothes for wearing" is recorded from c. 1400. Sense of "movable closed cupboard for wearing apparel" is recorded from 1794. Meaning "room in which theatrical costumes are kept" is attested from 1711. Wardrobe malfunction is from 2004.
[3] armoire (n.) "large wardrobe with doors and shelves," 1570s, from French armoire, from Old French armarie "cupboard, bookcase, reliquary" (12c., Modern French armoire), from Latin armarium "closet, chest, place for implements or tools," from arma "gear, tools, ship's tackle, weapons of war" (see arm (n.2)). The French word was borrowed earlier as ambry (late 14c.). Borrowed from Middle French, alteration (by insertion of /w/ between the labial /m/ and the vowel) of Old French armaire, almaire, aumaire "cabinet with shelves for keeping books or precious objects," from earlier armairie, borrowed from Latin armārium "cabinet, cupboard, bookcase," from arma "implements of war, weapons, equipment" + -ārium
arm (n.2) "weapon," c. 1300, armes (plural) "weapons of a warrior," from Old French armes (plural), "arms, weapons; war, warfare" (11c.), from Latin arma "weapons" (including armor), literally "tools, implements (of war)," from PIE *ar(ə)mo-, suffixed form of root *ar- "to fit together." The notion seems to be "that which is fitted together."
Meaning "branch of military service" is from 1798, hence "branch of any organization" (by 1952). Meaning "heraldic insignia" (in coat of arms, etc.) is early 14c., from Old French; originally they were borne on shields of fully armed knights or barons. To be up in arms figuratively is from 1704; to bear arms "do military service" is by 1640s.
arm (v.) "to furnish with weapons," c. 1200, from Old French armer "provide weapons to; take up arms," or directly from Latin armare "furnish with arms," from arma "weapons," literally "tools, implements" of war. Intransitive sense "provide oneself with weapons" in English is from c. 1400
Source:
Food Culture and Health in Pre-Modern Muslim Societies
.


No comments:
Post a Comment