Inherited from Ottoman Turkish كلاه (külah), from Persian کلاه (kolâh).
- külahıma anlat (tell it to Sweeney) [1]
Mavi Boncuk |KÜLÂH
(ﻛﻼﻩ) i. (Fars. kulāh) [Kelime Türkçe’den Bulgarca ve Sırpça’ya da geçmiştir]
1. Askerler ve her tabakadan halk tarafından asırlar boyunca giyilmiş olan, genellikle tepesi sivri, dikişsiz, tek parça keçeden baş giyeceği: “Arnavut külâhı.” “Dede külâhı.” “Mevlevî külâhı.” “Tatar külâhı.” Neden şikestedir tarf-ı külâhın / Neden mestânedir çeşm-i siyâhın (Nedim’den). Şâh-ı serîr-i mülk-i kanâat bu âlemin / Vermez külâh-ı fakrını tâc-ı keyânına (Fıtnat Hanım). Koyu yeşil bir kumaş sarılmış acâyip bir külâh (Refik H. Karay).
2. Bir şeyin üstünü örtmeye yarayan ucu sivri şey: “Nargile külâhı.” “Mum külâhı.” Kandil külâhı, câmilerde veya sâir bir yerde yanar kandilleri söndürmeye mahsus uzunca bir sopaya takılır. Külâh ile söndürüldüğü vakit isler o mâdenî külâhın içinde kalır ve bunlar toplanarak mürekkep yapılır ki bu nevi mürekkeplere duâ sinmiş telakkî olunurdu (Celâl E. Arseven’den).
3. İçine kuru yemiş vb. koymak için huni biçiminde bükülmüş kâğıt kap: Birbirini iten oruçlu müşterilere muttasıl külâhlar dağıtırdı (Rûşen E. Ünaydın).
4. mîmar. Minâre, kule vb. inşaatların üstünü örtmek için yapılan külâha benzer, ucu sivri çatı: “Minber külâhı.” “Şadırvan külâhı.”
5. mec. Hîle, oyun [Bu anlam daha çok deyimlerde ortaya çıkar]: Meselâ biz bidâyet-i Meşrûtiyyet’ten beri az mı külâha geldik, bize az mı külâh oynadılar (Ahmet Râsim).
Külâh etmek (eylemek): Aldatmak, kandırmak, hîle yapmak [Eskimiştir]: Baştan savıp aldı başına sardı imâme / Bilmem ki rakîbe ne külâh eyledi vâiz (Harputlu Rahmi – Ş.A.D.). Ehl-i dile baş eğdiği gâhî süfehânın / Aldanma serencâmı külâh etmek içindir (Ahmet Remzi – Ş.A.D.). Külâh giydirmek: Oyun etmek, aldatmak: Külâhını çıkarıp gir efendi tevhîde / Bize kalırsa sana çok külâh giydiririz (Hanif – Ş.A.D.). Hal böyle iken şimdi Avrupalılar’ın birbirine külâh giydirmelerine mukābil biz bîtaraf bir seyirci olup kalıyoruz (Ahmet Râsim). Ne olur yâni, sana hiç külâh giydiren olmadı mı? (Burhan Felek). Külâh kapmak: Fırsattan istifâde edip çıkar sağlamak: Yâni Avrupa politikasına bu iki cereyandan biri tahakküm edecektir. Veyâhut bu muhâcim kuvvetler hâricinde duran İngiltere külâhı kapacaktır (Ahmet Râsim). Bir külâh kapmaksa şâyet bunca hırsın gāyesi / Kendi nâmûsun olur er geç onun sermâyesi (Mehmet Âkif – Ş.A.D.). Fesâdı idâre eden birkaç kişi kan içme ve külâh kapma şehvetine yakalanmıştı (Sâmiha Ayverdi). Külâh sallamak: Her söyleneni onaylamak, dalkavukluk etmek. Külâhıma anlat (dinlet): Söylediklerine inanmıyorum, sözlerin, bulduğun bahâneler beni tatmin etmiyor: Etmez eser sözün dil-i bî-intibâhıma / Vâiz yorulmadın ise anlat külâhıma (Muallim Nâci – Ş.A.D.). Ben de diyorum ki sen onu külâhıma anlat. Otobüste yoldaş mı kaldı şimdi? Her birinin özel otomobili var (Rauf Tamer). Külâhını havaya (göğe) atmak: Çok sevinmek, fesini, takkesini havaya atmak: Bu şevk ile kıyâm etti çemenler / Göğe attı külâhın yâsemenler (Yahyâ Bey). Gördüm ki âsumâna çıkar dûd-i âhımı / Attım havâya fart-ı tarabdan külâhımı (Zekâî – Ş.A.D.). Külâhını önüne koyup düşünmek: Bir meseleyi enine boyuna düşünerek olanlardan bir sonuç çıkarmaya çalışmak. (Birine, Şeytana) Külâhını ters giydirmek: Karşısındaki kurnaz olsa dahi aldatacak kadar kurnaz olmak, pabucunu ters giydirmek. Külâhları değişmek (değiştirmek): Bozuşmak, öfkelenip tavır değiştirmek: Söylediklerimi unutma, külâhları değiştirmeyelim (Memduh Ş. Esendal’dan). Yoksa bana sevdâlandın mı? Sakın böyle bir şey yapayım deme! Sonra külâhları değişiriz (Kerîme Nâdir). Külâh-ı zerd: Acemi oğlanların başlarına giydikleri sarı renkli serpuş.
[1]"Tell it to Sweeney," originally meaning "tell it to someone naive or ignorant enough to believe it," is a variation of another popular phrase, "Tell it to the marines!"
Most sources believe the latter expression arose in the British navy. During the early 1800s, British sailors, salty sea dogs that they were, apparently regarded the marines as gullible greenhorns. So when someone spun a yarn so outrageous that only a naive person would believe it, the sailors would say, "Tell it to the marines!"
The phrase was in common use by 1820, even appearing in Lord Byron's poem "The Island" (1823) and Sir Walter Scott's novel Redgauntlet (1824) ("Tell that to the marines - the sailors won't believe it.")
Sometime during the late 1800s, the Brits concocted a new variation: "Tell it to Sweeney!" Why Sweeney? As The New Dictionary of American Slang explains it, "Sweeney is one of a group of surely mythical Irishmen, like Riley, Kelsey, and Kilroy, whose names are used apparently for some humorous effect."
When both phrases jumped the pond to the United States during the early 20th century, all heck broke loose. "Tell it to Sweeney," still bearing its original meaning, became a popular slang term among young people during the 1920s.
And by mid-century, cigar-chomping newspaper editors at big-city tabloids had given the phrase a new meaning: "Write stories in simple language that the average working stiff will understand." In fact, John Chapman's informal history of the New York Daily News, published in 1961, was titled "Tell It to Sweeney."
Meanwhile, "tell it to the marines" was experiencing an Americanization of its own. In the United States, where Marines were regarded as tough, no-nonsense "leathernecks," "tell it to the Marines" came to mean "just TRY to tell that to that realistic, hard-bitten bunch; they'll never believe it."
That's the meaning President Franklin D. Roosevelt had in mind when he responded laconically to Japan's unverified claims of victory during the early months of World War II, "Tell it to the Marines." Of course, he also meant that the U.S. Marines would play a key role in Japan's defeat.
Rob Kyff SOURCE
No comments:
Post a Comment