Word Origins | yalan, hakaret, söv[mek], küfür, hor[lama]
The visionary lies to himself, the liar only to others.Friedrich Nietzsche
Mavi Boncuk |
Yalan: lie EN[1] oldTR yalġa- veya yala- “1. yalamak, 2. iftira etmek, dil uzatmak” fiilinden Eski Türkçe +In ekiyle türetilmiştir. Bu fiil Eski Türkçe yalġan “iftira, töhmet” sözcüğünden evrilmiştir. Bu sözcük Eski Türkçe yazılı örneği bulunmayan *yalıġ “dil” biçiminden Eski Türkçe +(g)A- ekiyle türetilmiştir.
fromMongolian cali "yalan" Türkçeden alıntı olmalıdır. "Dil" (organ adı) ile "kötü söz söylemek, dille yaralamak" eylemi arasındaki kavramsal ilişki birçok dilde mevcuttur. Karş. lisan.
yalan dolan, yalancı, yalancıktan, yalankoz, yalanlamak, yalansız
oldTR: [Kaşgarî, Divan-i Lugati't-Türk, 1073]
yalġan: al-ḳaḏib. yalġan söz, yalġan kişi (. ..) yala [[iftira, töhmet]], yalaçı [[iftiracı]], ol aŋar oġrı yaladı [[onu hırsızlıkla itham etti]]•
i. (oldTR. yalġan from *yal-mak , yala-mak “suçlamak, itham etmek”)
1. Aldatmak maksadıyle bilerek söylenen gerçeğe aykırı, asılsız söz: Yok ederler bu meydanda yalanı (Pir Sultan Abdal). Hakîkat yalana karşı mücâdeleye beni memur ediyor (Peyâmi Safâ). İnanma, kuşlar bu yalanı / Her bahar söyler (Orhan V. Kanık).
2. sıf. Asılsız, uydurma, gerçek tarafı olmayan: “Yalan dünya.” Vallâhi yamansın yaman sevgilim / Niçin beni yalan sözle kandırdın (Karacaoğlan – Ö.T.S.). Bir mücevherde yalan bir cennet görünür (Yahyâ Kemal). Sanırsın bütün mâzî yalandı (Enis B. Koryürek).
Yalan atmak (kıvırmak, savurmak): Yalan söylemek: Hiç durmadan dinlenmeden yalanlar / Atın beyler atın devran sizindir (Âşık İhsânî’den). Oturduğu yerde bir yalan kıvırabilirdi (Sait Fâik). (Bir haber, söz, havâdis…) Yalan çıkmak: Yalan olduğu anlaşılmak. Yalan dolan: Yalan ve hîle, yalan ve dalavere: Cühhâle de ayb iken yalan söz / Her söylediği yalan dolan söz (Nâmık Kemal’den). Kâr etmez dünyâya tedbir / Gel de bunu sen et tasvir / Yalan dolan, hîle tezvir / Başlara kabalak oldu (Ârif N. Asya – Ö.T.S.). Yalan dünya: Bir varmış, bir yokmuş gibi gelip geçici olan bu dünya: Ankara’da yedik tâze meyvayı / Boşuna çiğnemişim yalan dünyâyı (Türkü – Ö.T.S.). Hatırlar incitip gönüller yıkma / Bu yalan dünyânın sonu ölümdür (Karacaoğlan’dan).
Yalan makinesi: 1. Suçlu kişilere işledikleri suçu îtiraf ettirmek amacıyle özel olarak hazırlanmış makine. 2. mec. Devamlı ve kolayca yalan söyleyen kimse: “Çocuk tam bir yalan makinesi.” Yalan söylemek: Gerçeğe uymayan şeyler söylemek: Burda yalan söyleyenin orda yeri zindandadır (Yûnus Emre’den). Benim yârim bana yalan söylemez (Karacaoğlan). Herkes yalandan nefret eder ve yalan söyler, ben herkesten fazla nefret ediyorum ve herkesten az yalan söylüyorum (Peyâmi Safâ). Yalan uydurmak: Yalan söylemek: Kim bilir aleyhinde ne yalan uydurmuşlardı (Ömer Seyfeddin). Kapı önlerinde pazarlık ederken her yalan uydurulabilir (Sait Fâik).
Yalan yanlış: 1. Doğru olmayan: Ne çâre ki çoğu Sâlih Bey’den Neveser Kalfa’ya atlayan bu yalan yanlış dedikodular uzun zaman zihninde misâfir kalmaz (Sâmiha Ayverdi). 2. Doğru ve düzgün olmasına önem verilmeden, üstünkörü yapılmış veya söylenmiş: Haniya herkesin yalan yanlış, anlamadan söylediği dekadan sıfatı yok mu… (Ahmet Râsim). Yalan yere: Gerçeğe uygun olmayarak, boş yere: Filân hekim dediler geldi baktı, anlamadı / Meğer yalan yere çıkmış o serserînin de adı (Mehmet Âkif – Ş.A.D.). Onun böyle mâsum mâsum yalan söylemesi, yalan yere yemin etmesi beni çileden çıkarmıştı (Hâlide N. Zorlutuna – Ö.T.S.). Yalan yere yemin etmek: Gerçeğe uygun olmadığını bile bile yemin etmek. Yalana karnı tok olmak: Aldanmaya niyeti olmamak. Yalana şerbetli: Yalanım çıkar diye çekinmeden rahat rahat yalan söyleyebilen (kimse). Yalanı çıkmak: Yalan söylediği anlaşılmak: Afşın, “Ya atlarla döndüğümüz görülünce yalanımız çıkmaz mı?” diye îtiraz etti (Mustafa N. Sepetçioğlu). (Birinin) Yalanını tutmak (yakalamak): Yalan söylediğini anlamak.
Yalancı: i. ve sıf. 1. Yalan söylemeyi huy edinmiş kimse: “Yalancı şâhit.” Beni yalancı mevkiine sokuyorsun (Reşat N. Güntekin). Ne kadar yalancı, ne kadar düzenbaz (…) olursan o kadar diplomat oluyorsun (Burhan Felek). 2. sıf. Gerçek olmayıp gerçeğe benzer olan, sahte, taklit: “Yalancı taş.” “Yalancı inci.” O, yalancı bir hayretle gözlerini açtı, gülmeye başladı (Reşat N. Güntekin). Fakat ben bu yalancı neşeye inanmıyordum (Reşat N. Güntekin).
Yalancı çıkarmak: 1. Yalan söylediğini ileri sürmek: “Herkesin içinde beni yalancı çıkardı.”
2. Yalancı durumuna, yalan söylemiş hâle düşürmek: “Tam ikide gelir dedim, gelmedin, beni yalancı çıkardın.” Beni yalancı çıkarıyorsun (Ahmed Midhat Efendi). Yalancı çıkmak: Sözünü yerine getirememek, istemeyerek yalancı durumuna düşmek: O para ile borç ödeyecektim, yalancı çıktım (Burhan Felek). Yalancı dünya: Geçici ve ölümlü olan bu dünya, yalan dünya: Yalancı dünyâya konup göçenler / Ne söylerler ne bir haber verirler (Âşık Yûnus’tan).
Yalancı gebelik: tıp. Dış gebelik, cenîn-i kâzip. Yalancı pehlivan: Görünüşünün, söylediklerinin adamı olmayan, büyük işler yapacakmış gibi göründüğü halde hiçbir şey yapamayan kimse. Yalancı peygamber: Peygamberlik iddiasında bulunan kimse. Yalancı şâhit (tanık): Mahkemede doğruyu söylemeyen, taraf tutarak veya menfaat karşılığı yalan beyanda bulunan şâhit: Bir halk fıkrası, kahvelerde ufak bir para mukābilinde hizmete hazır olan yalancı şâhitlerin toplandığını söyler (Ahmet H. Tanpınar). (…)nin Yalancısı olmak: Ben (…)nin söylediğini naklediyorum, ortada bir yalan veya yanlış varsa bu ona âittir: “Sonuçlar yarın belli olacakmış, ama ben Hasan’ın yalancısıyım.” Ben de başkalarının yalancısıyım (Hüseyin R. Gürpınar). Yalancı tellâl: İş yapar gibi görünüp de boşuna dolaşanlar için kullanılır.
YALANCI AYAK birl. i. zoo. Bir hücreli hayvanlarda hareket ve beslenmeye yarayan protoplazma uzantısı, ricl-i kâzip.
YALANCI DOLMA birl. i. Zeytin yağlı biber ve patlıcan dolması: Hasta yalancı dolmayı severmiş. Vâlidesi dolmayı görünce evlâdını tahattur ile bir tabağa bir tâne dolma koyup şifâ niyetine diye zorla yedirir (Fâik Reşat).
Hakaret: insult EN[2] Arapça ḥḳr kökünden gelen ḥaḳāra(t) حقارة “hakir görme, aşağılama” sözcüğünden alıntıdır. Bu sözcük Arapça ḥaḳara حَقَرَ “aşağıladı” fiilinin faˁāla(t) vezninde masdarıdır. hakaretamiz; hakir, tahkir. [Ahmed b. Kadı-i Manyas, Gülistan tercümesi, 1429] bir pādişāh dervīşler ṭāifesine ḥaḳāret [aşağılama] gözi-yle naẓar itti
(ﺣﻘﺎﺭﺕ) i. (fromAR ḥaḳāret) Küçük düşürme, horlama; küçük düşürücü söz veya davranış: Ulviye bunu bir hakāret, böyle hareketlere cür’eti terbiyesizlik sayıyordu (Ahmed Midhat Efendi). Hara kelimesinde şâyet bir hakāret mânâsı varsa… (Ahmet Hâşim). Halbuki elçimize yapılacak hakāret devletimize demektir (Ömer Seyfeddin).
Hakāret dâvâsı: hukuk. Bir kimsenin, kendisine söz veya yazı ile şeref ve haysiyetini kıracak, halkın düşmanlığına mâruz bırakacak bir isnatta bulunulması hâlinde bu hakāreti yapan kimse aleyhine açtığı dâvâ. Hakāret etmek: Küçük düşürücü söz söylemek, bu tür davranışlarda bulunmak, kötü muâmele etmek: Evvelâ bize hizmet eden adama şiddetle hakāret etti (Ahmet Hâşim – Ö.T.S.). Hakāret görmek – Hakārete uğramak: Küçük düşürülmek, küçük düşürücü söz veya davranışa mâruz kalmak, tahkir edilmek: Hırpalanmış güzelliği, hakārete uğramış kırılan gurûru (…) ile başı yukarda kalabilmiştir (Sâmiha Ayverdi).
Hakāret-âmiz (ﺣﻘﺎﺭﺕ ﺁﻣﻴﺰ) birl. sıf. (Fars. āmіz “karışık” ile) Hakāretle karışık, hakāret taşıyan.
Söv[mek]: swear EN[3] Eski Türkçe sök- “ağır söz söylemek” fiilinden evrilmiştir. Bu fiil Eski Türkçe yazılı örneği bulunmayan *sö- kökünden Eski Türkçe +Ik- ekiyle türetilmiştir.
söv, sövdürmek, sövgü, sövülmek, sövüşmek
oldTR: [Kaşgarî, Divan-i Lugati't-Türk, 1073] ol anı sȫkdi [[ona hakaret etti]]
TR: [Meninski, Thesaurus, 1680] sögmek; [Şemseddin Sami, Kamus-ı Türki, 1900] söğmek
geçişsiz f. (Eski Türk. sȫk-mek “kötü söz söylemek” from sög-mek from söğ-mek from söv-mek) (-e)
1. Irza, nâmûsa dokunan, ayıp, çirkin ve haysiyet kırıcı birtakım kalıplaşmış sözler söylemek, küfretmek: Zulmü alkışlayamam zâlimi aslâ sevemem / Gelenin keyfi için geçmişe kalkıp sövemem (Mehmet Âkif’ten). Yeni nesil geçmişle ilgisini kesmekle övünmektedir. İçlerinde ecdâda sövenler dahi vardır (Kaya Bilgegil). Hey gidi dünya diyerek / Ömrü sövmekle geçer (Orhan S. Orhon).
2. eski. Kötü söz söylemek: Her bir nebî her bir velî zilletle erdi menzile / Mısrî’ye söğsün şol ağız Allah demek bilmez ola (Niyâzî-i Mısrî). Gamından eylemem efgān u söğse gam çekmem / Birisi mahz-ı vefâdır birisi ayn-ı safâ (Rûhî-i Bağdâdî).
Sövüp saymak: Birbiri ardınca söverek, küfürler ederek yermek: Mukāvele yaptığı adamlara sövüp sayıyor (Reşat N. Güntekin). Cumhûriyete sövüp saydı diye birini tevkif etmişler (Burhan Felek). Sorumluluk alanına girmiş bir politikacının mesleğine ve meslektaşlarına sövüp saymaya, suçlamaya hakkı yoktur (Târık Buğra).
Ana avrat sövmek.
Küfür: fromAR kfr kökünden gelen kufr كفر “dini inkâr ve reddetme” sözcüğünden alıntıdır. Bu sözcük Arapça kafara كفر “örttü, (dini) inkâr etti” fiilinin fuˁl vezninde masdarıdır. Bu fiil Aramice/Süryanice kəphar “inkâr etmek, silmek” fiili ile eş kökenlidir.
oldest source: [Aşık Paşa, Garib-name, 1330] kamuya bir ḥukm olurdı taŋrıdan / kim küfr ḥaṣıl kılurdı kim īmān
Küfür- Küfr: swear EN[3] (ﻛﻔﺮ) i. (fromAR küfr “örtmek; inkâr etmek, inanmamak”). 1. Sövme, küfretme. 2. Sövme sözü, söverken kullanılan çirkin söz: Küfürler, şarkılar, türküler, lâf atmalar (Orhan V. Kanık). Her bağırış bir küfür (Yâkup K. Karaosmanoğlu). 3. Allah’ın varlığını, birliğini kabul etmeme, dînin esaslarına inanmama: Nihâyet küfre düşüp puta tapar oldular (Kâtip Çelebi’den Seç.). Hocayı inadından dolayı küfürle itham ederek tabancaya sarılır (Ahmet H. Tanpınar). Zîra sağın küfür, solun mâsivâdır (Yâkup K. Karaosmanoğlu). 4. din. İslâm inanç esaslarına aykırı söz: “Kur’an’ın Allah kelâmı olduğunu inkâr etmek küfürdür.” 5. (Küfür ehli – ehl-i küfür tamlamalarından kısaltma yoluyle) Kâfirler: “Küfür tek bir millettir.” Küfrün o sefîl elleri âyâtını sildi / Binlerce cevâmi yıkılıp hâke serildi (Mehmet Âkif’ten). 6. Gerçeği örtme, nankörlük: Çünkü güzelliğin ikmâlini inkâr gibi bir küfür işlemiş olur (Ahmed Midhat Efendi). 7. mec. Arapça’da “gece karanlığı” mânâsına gelen küfür kelimesi aynı zamanda mânevî karanlık, zulmet olarak da kabul edildiğinden dîvan edebiyatında sevgilinin saçının siyahlığını anlatmak için “zülf” ile birlikte kullanılmıştır: Küfr-i zülfün salalı rahneler îmânımıza / Kâfir ağlar bizim ahvâl-i perîşânımıza (Fuzûlî).
Küfür savurmak: Küfretmek: Eşyâları elinden bırakmadan kırık masaya bir tekme indirdi. Bir de küfür savurdu (Sait Fâik). Bu metin ve kaya gibi sağlam adama ağız dolusu küfürler savurarak en ağır hücumlarda bulunuyorlardı (Sâmiha Ayverdi). Küfrü basmak: Küfür savurmak, küfretmek. Küfrün bini bir paraya: Çok fazla küfür ediliyor.
Küfr-âmiz (ﻛﻔﺮﺁﻣﻴﺰ) birl. sıf. (Fars. āmіz “karıştıran” ile) Küfürle karışık, küfürlü.
Hor: contempt EN[4] fromPE and midPE χʷār خوار “alçak, aşağı, hakir” sözcüğünden alıntıdır. (Kaynak: McK sf. 95.). hor görmek, horlamak, horlanmak, horluk. “hakir” [anonim, Mukaddimetü'l-Edeb terc., y. 1300]. arıġ boldı = alçaġ boldı = nākes boldı = χor boldı horla- [Codex Cumanicus, 1303]
horlarmen - despicio [hor görürüm]
hor gör- [Meninski, Thesaurus, 1680]
χor görmek, χor tutmak: Despicere, spernere.
iftira: smear, slander EN[5] fromAR fry kökünden gelen iftirāˀ إفتراء “birine yalan isnatta bulunma” sözcüğünden alıntıdır. Bu sözcük Arapça farā فرا “yardı, yırttı, suçladı” fiilinin iftiˁāl vezninde VIII. masdarıdır. [anonim, Tezkiretü'l-Evliya terc., 1341]
müşebbihe ḳavmi aŋa iftirā eylediler [Meninski, Thesaurus, 1680]
müfterī: Calumniator.[6]
İFTİRÂ (ﺍﻓﺘﺮﺍﺀ) i. (fromAR. fery “yalan uydurmak”tan iftirā’) Bir kimseye aslı olmayan bir suç yükleme, bir kabahat yakıştırma: Ama siz bütün erkeklere açık bir iftirâda bulunuyorsunuz (Ahmed Midhat Efendi). Niçin yalan söylüyorsun, bu zavallıya iftirâ ediyorsun diye kulağıma yapıştı (Ömer Seyfeddin). Bu nükte, Rus Çarı Nikola’nın Türkiye’ye dünya ölçüsünde uğursuz bir propaganda zaferi kazanarak fırlattığı “hasta adam” iftirâsı yıllarında söylenmiştir (Nihad S. Banarlı). Bana iftirâ attılar, iftirâ! (Sait Fâik).
İFTİRÂCI i. ve sıf. İftirâ eden kimse, karacı, kara sürücü, müfterî.
İFTİRAK (ﺍﻓﺘﺮﺍﻕ) i. (Ar. farḳ “iki şeyi ayırmak”tan iftirāḳ)
1. Ayrılık, ayrılma, hicran: İftirâkın faslını yazdıkça eyler dil enîn (Muallim Nâci). Nihat şimdi bu iftirâkı düşündükçe meyus oluyordu (Hüseyin R. Gürpınar). O bîçâre yüreği, bu ikinci iftiraktan nasıl elîm bir cerîha ile yırtılacaktı (Hâlit Z. Uşaklıgil). 2. Dağılma, parçalara ayrılma: Mâmâfih her inkırâzın tabiatı iktizâsındandır. Her ne zaman ki devlet kazâ ve kaderin cilvesine uğrar, yıkılır, parçalanır, dağılır, hemen kendi bünyesinde iftirak, fesat, fitne belirir (Yahyâ Kemal).
İFTİRAS (ﺍﻓﺘﺮﺍﺱ) i. (fromAR. fers “(yırtıcı hayvan) avını öldürmek”ten iftirās) (Yırtıcı hayvan) Avını zorla yere yatırıp parçalama.
[1] lie (v.1) "speak falsely, tell an untruth for the purpose of misleading," late 12c., from Old English legan, ligan, earlier leogan "deceive, belie, betray" (class II strong verb; past tense leag, past participle logen), from Proto-Germanic *leuganan (source also of Old Norse ljuga, Danish lyve, Old Frisian liaga, Old Saxon and Old High German liogan, German lügen, Gothic liugan), a word of uncertain etymology, with possible cognates in Old Church Slavonic lugati, Russian luigatĭ; not found in Latin, Greek, or Sanskrit. Emphatic lie through (one's) teeth is from 1940s.
insult (n.) c. 1600, "an attack;" 1670s as "an act of insulting, contemptuous treatment," from French insult (14c.) or directly from Late Latin insultus "insult, scoffing," noun use of past participle of insilire, literally "to leap at or upon" (see insult (v.)). The older noun was insultation (1510s). To add insult to injury translates Latin injuriae contumeliam addere.
[2] insult (v.) 1560s, "triumph over in an arrogant way" (obsolete), from French insulter "to wrong; reproach; triumph arrogantly over," earlier "to leap upon" (14c.) and directly from Latin insultare "to assail, to make a sudden leap upon," which was used by the time of Cicero in sense of "to insult, scoff at, revile," frequentative of insilire "leap at or upon," from in- "on, at" (from PIE root *en "in") + salire "to leap" (see salient (adj.)).
Sense of "verbally abuse, affront, assail with disrespect, offer an indignity to" is from 1610s. Related: Insulted; insulting.
insulting (adj.) "containing or inflicting insult," 1590s, present-participle adjective from insult (v.). Related: insultingly.
harm (n.) Old English hearm "hurt, pain; evil, grief; insult," from Proto-Germanic *harmaz (source also of Old Saxon harm, Old Norse harmr "grief, sorrow," Old Frisian herm "insult; pain," Old High German harm, German Harm "grief, sorrow, harm"), from PIE *kormo- "pain." To be in harm's way is from 1660s.
slur (n.) "deliberate slight, disparaging or slighting remark," c. 1600, from dialectal slur "thin or fluid mud," from Middle English slore (mid-15c.), cognate with Middle Low German sluren, Middle Dutch sloren "to trail in mud." Related to East Frisian sluren "to go about carelessly," Norwegian slora "to be careless." Literal sense of "a mark, stain, smear" is from 1660s in English. The musical sense (1746) is from the notion of "sliding." Meaning "act or habit of slurring" in speech is from 1882.
slur (v.) c. 1600, "smear, soil by smearing," from slur (n.). Meaning "disparage depreciate" is from 1650s. In music, from 1746; of speech, from 1893. Related: Slurred; slurring.
[3] swear (v.) Old English swerian "take an oath" (class VI strong verb; past tense swor, past participle sworen), from Proto-Germanic *swērjanan (source also of Old Saxon swerian, Old Frisian swera, Old Norse sverja, Danish sverge, Middle Dutch swaren, Old High German swerien, German schwören, Gothic swaren "to swear"), of uncertain origin, perhaps from a PIE *swer- "to speak, talk, say" (source also of Old Church Slavonic svara "quarrel," Oscan sverrunei "to the speaker").
Also related to the second element in answer. The secondary sense of "use bad language" (early 15c.) probably developed from the notion of "invoke sacred names." Swear off "desist as with a vow" is from 1898. Swear in "install (someone) in office by administration of an oath" is attested from 1700 in modern use, echoing Old English.
[Swearing and cursing] are entirely different things : the first is invoking the witness of a Spirit to an assertion you wish to make ; the second is invoking the assistance of a Spirit, in a mischief you wish to inflict. When ill-educated and ill-tempered people clamorously confuse the two invocations, they are not, in reality, either cursing or swearing ; but merely vomiting empty words indecently. True swearing and cursing must always be distinct and solemn .... [Ruskin, "Fors Clavigera"]
[4] contempt (n.) late 14c., "open disregard or disobedience" (of authority, the law, etc.); general sense of "act of despising, scorn for what is mean, vile, or worthless" is from c. 1400; from Old French contempt, contemps, and directly Latin contemptus "scorn," from past participle of contemnere "to scorn, despise," from assimilated form of com-, here perhaps an intensive prefix (see com-), + *temnere "to slight, scorn, despise," which is of uncertain origin.
De Vaan has it from PIE *tmn(e)- "to cut," with cognates in Middle Irish tamnaid "cuts," Greek tamno (Attic temno) "to cut;" Lithuanian tinti "to whet," colloquially to beat;" archaic Russian tjat' "to beat." He adds, "The compound contemnere is the older verb, from which temnere has been backformed more recently. The etymology is disputed: the meaning 'scorn' has probably developed from a more concrete meaning ...."
Latin also had contemptrix "she who despises." Phrase contempt of court "open disregard or disrespect for the rules, orders, or process of judicial authority" is attested by 1719, but the idea is in the earliest uses of contempt.
[5] slander (n.) late 13c., "state of impaired reputation, disgrace or dishonor;" c. 1300, "a false tale; the fabrication and dissemination of false tales," from Anglo-French esclaundre, Old French esclandre "scandalous statement," alteration ("with interloping l" [Century Dictionary]) of escandle, escandre "scandal," from Latin scandalum "cause of offense, stumbling block, temptation" (see scandal). From late 14c. as "bad situation, evil slander (v.)
c. 1300, from Anglo-French esclaundrer, Old French esclandrer, from esclandre (see slander (n.)). Related: Slandered; slandering; slanderer.
smear (v.) Old English smerian, smierwan "to anoint or rub with grease, oil, etc.," from Proto-Germanic *smerwjan "to spread grease on" (source also of Old Norse smyrja "to anoint, rub with ointment," Danish smøre, Swedish smörja, Dutch smeren, Old High German smirwen "apply salve, smear," German schmieren "to smear;" Old Norse smör "butter"), from PIE *smeru- "grease" (source also of Greek myron "unguent, balsam," Old Irish smi(u)r "marrow," Old English smeoru "fat, grease, ointment, tallow, lard, suet," Lithuanian smarsas "fat"). Figurative sense of "assault a public reputation" is by 1835; especially "dishonor or besmirch with unsubstantiated charges." Related: Smeared; smearing. Smear-word, one used regardless of its literal meaning but invested with invective, is from 1938.
[6] from: PERSEUS Charlton T. Lewis, Charles Short, A Latin Dictionary
Calumniator.(plural calumniators) A person who calumniates (slanders, or makes personal attacks upon, others). fromLAT contriver of tricks or artifices, a pettifogger, a perverter of law, a chicaner (sometimes, perhaps, branded on the forehead with the letter K = calumniator. “calumniator sui,” one who is too anxious in regard to his work, over-scrupulous
No comments:
Post a Comment