May 12, 2020

Word Origins | Ölüm, Vefat, Yetim, Öksüz

Mavi Boncuk |

Ölüm: oldTR öl- +Im → öl- death EN[1]

Oldest source: ölüm "aynı anlamda" [ Irk Bitig (900 yılından önce) : sub içipän yaş yipän ölümdä ozmiş [su içip ot yeyip ölümden kurtulmuş] ]

1. Bir canlıda hayâtî fonksiyonların tam ve kesin bir şekilde sona ermesi durumu, mevt, irtihal, vefat: Ne vakit olsa, yüzlerce yıl yaşasa yine ölümden kurtuluş olmadığını bilen, bu hakîkati unutmayan âriflerdendi (Ömer Seyfeddin). Neylersin ölüm herkesin başında / Uyudun uyanamadın olacak / Kimbilir nerde, nasıl, kaç yaşında / Bir namazlık saltanatın olacak / Taht misâli o musallâ taşında (Câhit S. Tarancı). Ölüm âsûde bahâr ülkesidir her rinde / Gönlü her yerde buhurdan gibi yıllarca tüter / Ve serin serviler altında kalan kabrinde / Her seher bir gül açar, her gece bir bülbül öter (Yahyâ Kemal).
2. Ölme tarzı, ölme biçimi: “Ölümü özenilecek kadar kolay oldu.” 
3. Îdam cezâsı: “Ölüme mahkûm etmek.” “Ölüm kararı.” 
4. Sona erme, ortadan kalkma, yok olma.
5. Çok büyük üzüntü, sıkıntı: Yusuf Bey gibi şevk ve aşk dolu bir insana ölüm demekti (Sâmiha Ayverdi).
6. ünl. “Ölsün” anlamında ölmesi istenen kimselere karşı kullanılır: “Hâinlere ölüm!”

Ölüm Allah’ın emri:
1. Ölüm Allah’ın emri olduğu için herkes ölecektir, ölmek mukadderdir, ölümü tevekkülle karşılamak gerek.
2. Ölümden nasıl olsa kaçılmaz, onun için ne kadar tehlikeli olsa da yapacağım, ölüm korkusu bana engel olamaz. Ölüm ben geliyorum demez: İnsanın ne zaman, nerede öleceği belli olmaz: Ben geliyorum demez ki ölüm / Kazâ belâ adım başınadır (Câhit S. Tarancı – Ö.T.S.). Ölüm cezâsı: hukuk. Bir suçlunun öldürülmesi husûsunda verilen kānûnî cezâ, îdam cezâsı. Ölüm döşeğinde: Ölmek üzere, çok ağır hasta: Ölüm döşeğinde yatan ecel teri döker (Atasözü – Ş.A.D.). Gelemezdim. Annemi ölüm döşeğinde nasıl bırakırdım (Ömer Seyfeddin). Avrupa medeniyeti de ölüm döşeğindedir, ama bu ölüme bir türlü katlanamaz yazarın gönlü (Cemil Meriç). Ölüm eri: Ölümü göze alan kimse, fedâi: Dedi beylere gördünüz mü çeri / Savaş nice eylermiş ölüm eri (Süheyl ü Nevbahar – T.S.). Ölüm fermânı: Bir kimse veya şeyin ölmesi, yok edilmesi hakkında verilen karar: Lâkin Avrupa, Osmanlı İmparatorluğu’nun ölüm fermânını yazmıştı (Sâmiha Ayverdi). Ölüm kâğıdı: Bir kişinin öldüğüne dâir verilen belge. Ölüm kalım meselesi (kavgası, mücâdelesi, savaşı…): Hayâtî önem taşıyan, uğrunda ölümün bile göze alınacağı mesele (kavga, mücâdele, savaş…): Selçuk ve bilhassa Osmanlı asırlarında Türkçe (…) bütün Balkan, Kafkas ve Sûriye dilleriyle çok tabiî bir ölüm kalım mücâdelesi yapmış ve milletimizin büyük dil sevgisi ile Osmanlı hükümdar âilesinin şuurlu Türkçecilik siyâseti bu savaştan muzaffer çıkmıştır (Nihat S. Banarlı). Ölüm korkusu: Her an ölmek endîşesinin verdiği korku: Ölüm korkusu ile uğrayacağı hakāretlere boyun eğmesin (Ömer Seyfeddin). Ve ancak çakır pençe bir hükümdar saltanata gelince biraz ölüm korkusu ile veya şahsî menfaat yüzünden gem kabul ediyorlardı (Ahmet H. Tanpınar). Ölüm orucu: Herhangi bir amaca ulaşmak için sonunda ölümü göze alacak şekilde kendini aç bırakma, hiçbir şey yememe. Ölüm sessizliği: Çok derin sessizlik. Ölüm tazmînâtı: hukuk. (İş sözleşmesine göre) Ölen kimsenin yakınlarına işveren tarafından ödenmesi gereken para. Ölüm var, dirim var: İnsan hayatta olduğu müddetçe her an ölebilir, onun için tedbirli olmak gerekir: “Artık vasiyetnâmemi hazırlayacağım, ölüm var, dirim var.” Ölümden dönmek: Hastalığı ölümle netîcelenecek kadar ağırlaştıktan sonra iyileşmeye başlamak, ölüm tehlikesi atlatmak. Ölümle burun buruna gelmek: Ölüm tehlikesiyle karşılaşmak, çok tehlikeli bir durumdan kurtulmak. Ölümle öç alınmaz: Menfaatine dokunan veya düşmanı olan bir kimsenin ölümüne sevinmek insanlığa yakışmaz: Söz aramızda, ölümle öç alınmaz, ama onlar Binnaz’ın vefâtına memnun oldular (Hüseyin R. Gürpınar). Ölümle öç alınmaz değil mi kızım? (Reşat N. Güntekin). Ölümlerden ölüm beğen: Kötü hareketleriyle en acı ölüme müstahak olan kimselere söylenir. Ölümü gör: Ölümü öp. Ölümü göze almak: Yapacağı iş uğruna ölmekten bile korkmamak. Ölümü öp: (Yap veya yapma anlamında) Yemin sözü, ölümü gör: “Gidersen ölümü öp.” Samim bütün ciddiyetiyle: –Söylemem dedi. Ölümü öp söylemezsen (Peyâmi Safâ). Ölümüne susamak (koşmak): Ölümle sonuçlanabilecek kadar tehlikeli bir işe girişmek, bile bile kendini tehlikeye atmak. Ölünün körü: Elinin körü [Bu sözün aslı ölünün gûru “ölünün mezarı”dır; aslı unutulunca ölünün körü ve ardından elinin körü olmuştur]. 

Vefat: death EN[1] from ARwafā ͭ وفاة  ölüm  AR wafā وفا sözünü tuttu, borcunu ödedi, görevini yerine getirdi → vefa

Oldest source: [ Tezkiret-ül Evliya (1341) : çün vefat érişdi anı düşde gördiler ]

(ﻭﻓﺎﺕ) i. (Ar. vefāt) Ölüm, ölme: Oğlumun vefâtını haber aldım (Nâmık Kemal). Sonra duydum vefât-ı bîkesini (Hüseyin Sîret). Amerika’da bilmem kimin vefâtını, falan beyin falan hanımla izdivâcını (…) havâdis olarak bize veriyor (Cenap Şahâbeddin).
Vefat etmek: Ölmek: Bursa’da vefat ettiğini pek çok sonra öğrendim (Ahmet Hâşim). Bir kadının vefat eden kocasına ağlaması hamâkat eseri midir? (Hüseyin R. Gürpınar).

Yetim:  orphan EN[2] fromAR yatīm يتيم anasız veya babasız

Oldest source: [ ed. Borovkov, Orta Asya'da Bulunmuş Kuran Tefsirinin... (1300 yılından önce) ]

(ﻳﺘﻴﻢ) sıf. ve i. (Ar. yetm “yetim olmak”tan yetіm)
1. Babası ölmüş (çocuk): Kuzum biraz da bu binsin… ne var sevâbına say / Yetim sevindirenin ömrü çok olur –Hay hay (Mehmet Âkif’ten). Kâzım Karabekir Paşa, ana babaları Erzurum ve Erzincan bölgelerinde öldürülen iki bin kadar yetim Türk çocuğunu evlât edinmişti (Hâlide E. Adıvar). Balıkçının yetimleri bana hayâtın yeni bir sırrını öğrettiler (Reşat N. Güntekin). Mahallenin muhtarına, yoksuluna, duluna, yetîmine kapıları açık varlıklı konaklar, dirlikli konaklar mahalleyi tamamlardı (Sâmiha Ayverdi).
2. eski. Eşsiz, tek, yektâ: “Dürr-i yetim: Eşsiz inci.”
ѻ Yetim hakkı yemek: Bir yetimin hakkı olan ve el sürülmemesi gereken para veya maldan kendi adına faydalanmak, haram yemek: Sen hükûmet kapısında yetim hakkı yemeye alışmışsın (Ömer Seyfeddin). Yetim maaşı: Yetim kalan kimseye babasından bağlanan maaş: Zavallıya birkaç kuruş yetim maaşından başka bir şey bırakamıyorum (Reşat N. Güntekin).
Yetîme (ﻳﺘﻴﻤﻪ) sıf. Yetim kelimesinin tamlamalarda ortaya çıkan aynı mânâdaki müennes şekli: “Etfâl-i yetîme.

Yetîme: i. Yetim kız çocuğu: Yetîmeler gibi eyler için için feryâd (Tevfik Fikret).

Yetîmhane: (ﻳﺘﻴﻤﺨﺎﻧﻪ) i. (Ar. yetіm ve Fars. ḫāne “ev, yer” ile yetіm-ḫāne) Yetim çocukların bakıldığı, barındırıldığı yer, dârüleytam

Öksüz: Orphan EN[2] From oldTR ögsiz ög anne +sIz 
Oldest source: ögsiz "annesiz" [ Orhun Yazıtları (735) ]

i. (Eski Türk. ögsüz < ȫg “anne”)
1. Annesi veya hem annesi hem babası ölmüş çocuk: Babacığım, işte kumarbazlara zulmüm bu kadar / Bir de öksüzler için bir lira aldım zor zar (Mehmet Âkif). Âdeta bayramda başkaları tarafından giydirilmiş öksüzler gibi kendi kendimin olmaktan çıkıyorum (Yusuf Z. Ortaç). Anasız kız han soyu olsa öksüzdür gene (Fâruk N. Çamlıbel).
2. sıf. ve i. teşmil. Kimsesiz, garip: Sana varan öksüz garîbin işin / Yâ Ali sen sakla senden isterim (Pir Sultan Abdal). Burası ummânın ortasında kaybolmuş öksüz bir ada gibiydi (Ömer Seyfeddin). Dünyânın arsasında bizim hissemiz mi var / Öksüzleriz, bu hânede bir kimsemiz mi var (Ârif N. Asya).
ѻ Öksüz doyuran: Bol miktarda yiyecek içecek alabilen büyük kaplar ve bunların içine konan yiyecekler için kullanılır. Öksüz kalmak:
1. Annesi veya annesi babası ölmüş olmak: Sert bir beylerbeyi olan babasının başı vurulmuş, öksüz kalmıştı (Ömer Seyfeddin). Halbuki öksüz kaldığım gün tâlihsizliğimin başlangıcı olmuştu (Kerîme Nâdir).
2. Kimsesiz, garip kalmak: Kendi başını kurtarmak için baş yemek, siyâsî nâmus ve içtimâî adâletten nasipsiz kalmış gāfil ve nâdanların kârı olalı beri değil midir ki memleket öksüz, bîkes ve sâhipsiz kalakalmıştır (Sâmiha Ayverdi). Öksüz parmak: Elin baş parmaktan sonraki dördüncü parmağı. Öksüz sevindiren: Değeri az, gösterişi çok şey. Öksüzler anası (babası): Öksüzleri, kimsesizleri koruyan merhametli kadın (erkek), fukarâ babası.

Öksüzlük:
1. Öksüz olma, annesi babası bulunmama durumu.
2. teşmil. Kimsesizlik, gariplik: Derler, insanda derin bir yaradır köksüzlük / Budur âlemde hudutsuz ve hazin öksüzlük (Yahyâ Kemal)..

[1] death (n.) Old English dea "total cessation of life, act or fact of dying, state of being dead; cause of death," in plural, "ghosts," from Proto-Germanic *dauthuz (source also of Old Saxon doth, Old Frisian dath, Dutch dood, Old High German tod, German Tod, Old Norse daui, Danish dd, Swedish dd, Gothic dauus "death"), from verbal stem *dau-, which is perhaps from PIE root *dheu- (3) "to die" (see die (v.)). With Proto-Germanic *-thuz suffix indicating "act, process, condition."

I would not that death should take me asleep. I would not have him meerly seise me, and onely declare me to be dead, but win me, and overcome me. When I must shipwrack, I would do it in a sea, where mine impotencie might have some excuse; not in a sullen weedy lake, where I could not have so much as exercise for my swimming. [John Donne, letter to Sir Henry Goodere, Sept. 1608]
Of inanimate things, "cessation, end," late 14c. From late 12c. as "death personified, a skeleton as the figure of mortality." As "a plague, a great mortality," late 14c. (in reference to the first outbreak of bubonic plague; compare Black Death). Death's-head, a symbol of mortality, is from 1590s. Death's door "the near approach of death" is from 1540s.

As a verbal intensifier "to death, mortally" (as in hate (something) to death) 1610s; earlier to dead (early 14c.). Slang be death on "be very good at" is from 1839. To be the death of "be the cause or occasion of death" is in Shakespeare (1596). Expression a fate worse than death is from 1810 though the idea is ancient.

Death row "part of a prison exclusively for those condemned to capital execution" is by 1912. Death knell is attested from 1814; death penalty "capital punishment" is from 1844; death rate from 1859. Death-throes "struggle which in some cases accompanies death" is from c. 1300.

The Hebrew word is mavet (“death”), taken from the Torah portion called Acharei Mot. The construct form of this word appears in the first verse of the Torah portion (i.e, Leviticus 16:11):

mortgage (n.) late 14c., morgage, "a conveyance of property on condition as security for a loan or agreement," from Old French morgage (13c.), mort gaige, literally "dead pledge" (replaced in modern French by hypothèque), from mort "dead" (see mortal (adj.)) + gage "pledge" (see wage (n.)). So called because the deal dies either when the debt is paid or when payment fails. Old French mort is from Vulgar Latin *mortus "dead," from Latin mortuus, past participle of mori "to die" (from PIE root *mer- "to rub away, harm," also "to die" and forming words referring to death and to beings subject to death). The -t- was restored in Modern English based on Latin.

And it seemeth, that the cause why it is called mortgage is, for that it is doubtful whether the feoffor will pay at the day limited such sum or not: and if he doth not pay, then the land which is put in pledge upon condition for the payment of the money, is taken from him for ever, and so dead to him upon condition, &c. And if he doth pay the money, then the pledge is dead as to the tenant, &c. [Coke upon Littleton, 1664]

demise (n.) mid-15c., "transference of property, grant of land for life or a period of years," via Anglo-French from Old French demis, fem. past participle of desmetre "dismiss, put away" (Modern French démettre), from des- "away" (from Latin dis-) + metre "put," from Latin mittere "let go, send" (see mission). Originally especially "a conveyance of an estate by will or lease," then "transfer of sovereignty," as by the death or deposing of a king (1540s). The sense was transferred to "death" (as the occasion of such a transfer) by 1754, at first especially the death of a sovereign or other important person, but also as a euphemism for "death."

[2] orphan (n.) "a child bereaved of one or both parents, generally the latter," c. 1300, from Late Latin orphanus "parentless child" (source of Old French orfeno, orphenin, Italian orfano), from Greek orphanos "orphaned, without parents, fatherless," literally "deprived," from orphos "bereft."

This is from PIE *orbho- "bereft of father," also "deprived of free status," from root *orbh- "to change allegiance, to pass from one status to another" (source also of Hittite harb- "change allegiance," Latin orbus "bereft," Sanskrit arbhah "weak, child," Armenian orb "orphan," Old Irish orbe "heir," Old Church Slavonic rabu "slave," rabota "servitude" (see robot), Gothic arbja, German erbe, Old English ierfa "heir," Old High German arabeit, German Arbeit "work," Old Frisian arbed, Old English earfoð "hardship, suffering, trouble").

As an adjective from late 15c., "bereft of parents," said of a child or young dependent person. Figurative use is from late 15c. The Little Orphan Annie U.S. newspaper comic strip created by Harold Gray (1894-1968) debuted in 1924 in the New York "Daily News.

No comments:

Post a Comment