Orhan Taylan[1] “Türkiye’de Nazi Heykelciliği”, Sanat Emeği,
sayı: 1, Mart 1978, ss. 8-20
Bir takım yerlerde, çoğumuzun önünden binlerce kere geçtiği,
ama şöyle durup dikkatlice bakmadığı bir takım garip heykeller var. Bunların
hepsi de dikkatimizden kolay kolay kaçmayacak kadar iri, aşağı yukarı iki adam
boyunda ve kara renkli şeyler oldukları halde, bir kez bile yanlarına gidip,
bakıp, düşünme gereğini duymamışsak artık onları kanıksamışız demektir. Yani,
artık, ilgimizi bile çekmeyecek, bizi şaşırtmayacak, irkiltmeyecek kadar
gündelik yaşamımıza girmiş, kültürümüze sinmiş demektir. Bizde heykel denince
akla Atatürk, Atatürk denince de heykel gelir. Elbette, yontma taş
süslemeciliğinden öte, heykelcilik geleneği olmayan bir ülkede, çok kısa sürede
her köşeye bir Atatürk heykeli dikilirse bu eşleştirme doğal karşılanabilir.
Ne
var ki, üzerinde dikkatle durulması gereken, bu bir dizi garip heykelin
Atatürkle ya da Türklükle herhangi bir ilintisi bulunmadığıdır. Niteliği pek
belirgin olmayan bir kahramanlık edası taşıdıklarından, çoğumuz bunların ‘bizi’
temsil ettiği kanısındayızdır. Oysa bu insan şekillerinin bizlere benzer yanı
da yoktur. Üzerinde duracağımız heykelleri yapanlar da Türk değillerdir.
Adları
ve Türkiye’de yaptıkları heykellerin dökümü şöyle: Heinrich Krippel
(1883-1945), Avusturyalı. Sarayburnu’ndaki Atatürk Heykeli (1925), Konya Atatürk
Heykeli (1926), Ankara Ulus Meydanı’nda Atlı Atatürk Anıtı (1927), Samsun Atlı
Atatürk Heykeli (1931), Afyonkarahisar’daki Zafer Anıtı (1931) ve Ankara
Sümerbank önündeki oturmuş Atatürk heykelini (1938) yaptı. Pietro Canonica
(1869-1962), İtalyan. Ankara Etnoğrafya Müzesi önündeki atlı anıt (1927),
İstanbul Taksim alanındaki Cumhuriyet Anıtı (1928), İzmirdeki atlı anıtı (1932)
yaptı. Anton Hanak (1875-1934), Avusturyalı. Türkiye’deki tek yapıtı, Josef
Thorak’la birlikte uyguladığı Ankara Kızılay’daki Güven Anıtı’dır (1935). Josef
Thorak (1889-1952), Alman. Ankara Kızılay’daki Güven Anıtı’nı Hanak’la birlikte
yaptı (1935). Bunlardan başka, Nazi heykelciliğine angaje olmadığı için bu
yazıda üzerinde durmayacağımız bir de Rudolf Belling var. Ziraat Fakültesi
bahçesindeki İnönü Heykeli (1940) ile Taksim gezisine konmak üzere yaptırılan Atlı
İnönü heykelini (1944) yaptı.
Bunlardan Krippel ile Canonica, yapıtlarını
uyguladıkları tarihlerden de görüleceği üzere Nazi sanatının olgunlaşma
döneminden önce de ülkemizde çalışmalar yapmışlar, ama giderek kendi
ülkelerinde gelişen Nazi-faşist hareketin etkisine girmiş ve özellikle son
yapıtlarıyla bu genel çerçeve içinde yer almışlardır. Zaten sürekli olarak
Avusturya’da yaşayan ve Türkiye’de uygulanan heykellerini de orada yapıp
bitirip burada monte ettiren Krippel’in Afyonkarahisar Zafer Anıtı bu sanatın
en belirgin örneğidir. Canonica’nın çalışmaları genellikle daha gelenekçi ve
Nazi sanatının diliyle uyuşmayan işler olduğu halde, son yaptığı İzmir Atatürk
Anıtı’nda bu hareketin etki alanına girdiği görülüyor.
İtalyan heykelcinin
1928’de açılışı yapılan Taksim Cumhuriyet Anıtı nedeniyle Mussolini Gazi’ye
aşağıdaki telgrafı gönderiyor:
«Türkiye Reisicumhuru Gazi Mustafa Kemal Paşa
Hazretlerine, Türkiye Cumhuriyeti Abidesinin resmi küşadı İstanbul’da icra
edildiği sırada zatı alilerine en samimi selamlarımı göndermek, benim için
büyük bir zevktir. Türk milletinin yeni hayatını tebcil eden meşhur İtalyan
sanatçılarının eseri, İtalyan hükümeti ve milletinin ahiren iki memleket
arasında aktolunan muahede ile müeyyidi, dostane hissiyatına tekabül etmektedir.»
— Mussolini
Bu sanatın özelliklerine, ve ülkemiz sanatçıları üzerinde
bıraktıkları etkilere geçmeden önce, bunlardan özellikle Thorak, Hanak ve
Krippel’in çalışmalarındaki övgüye değer noktalara ve ‘tutarlılıklarına’
değinmek gerek. Çoğumuzda, sadece ilerici sanatın sanattan sayılabileceği ya da
faşizm özünde gerici ve tutucu bir ideoloji olduğu için artık günümüzde onun
sanatı olamayacağı biçiminde kanılar vardır. Bu yanılgı, ilerici sanatın içine
sızan sapmaları, coşkunluk adına ilerici ve insancıl sanata bulaşan ideolojik
terslikleri saptamamızı engelleyegeldiği için üzerinde önemle durmak gerekiyor.
Nasyonal sosyalist hareketin bir sanatı vardır ve bu sanat hiç de ‘başarısız’
ya da ‘tutarsız’ da değildir. Tersine, özellikle bu yazıda konu edilen, Atatürk
heykellerinin dışındaki sembolik figürlü heykeller gerek eski Roma sanatıyla
canlı bir gelenek bağını bilinçli olarak kurmasıyla, gerek Nazi ideolojisinin
çağdaş insan anlayışını açık ve kesin biçimde ifade edişiyle ve gerekse
biçimlerin bu içerikle uyumuyla ‘tutarlı’ çalışmalarıdır. Üstelik insan
figürlerinin uygulanışındaki gelişkin ustalık ve beceri açısından da
‘başarılı’dırlar.
Nasyonal sosyalist ideoloji kendisini yalnız heykel alanında
değil, onunla ayrılmaz bir uyum içinde bulunan mimarisi başta olmak üzere diğer
sanat dallarında da aynı ‘tutarlılık’ ve ‘başarı’ ile ifade etme olanağı
bulmuştur. Heykel ve mimarlık alanlarının başta gelmesi, bu sanatların dilinin
Nazi ideolojisini ifade etmekteki elverişliliğindendir. Nazi sanatını,
özellikle Türkiye’deki Nazi heykelciliğini, görmezlikten gelmeden, sanatsal bir
olgu niteliğini inkâr etmeden, onu ele almak, özündeki çirkinliği açığa vurmak
ve insan düşmanı içeriğini yargılamak gerekmektedir. Nazi ideolojisi kitlelere
‘üstünlük’ duygusu verebilmek için büyük çaba göstermiş ve bu alanda etkili
silahları olan mimarlık ve heykelcilik alanlarında, bu duyguyu verebilecek
ögeler kolaylıkla seçilebilecek kadar belirginleşmiştir.
Gerek bina
cephelerinde, gerekse çevre elemanlarıyla heykel kaidelerinde yararlanılan
‘büyük taşlarla örülmüş’ sert ve köşeli görünüm, bu görkemli yapıların koca
koca taşları birer tüy gibi kaldırıp dizivermiş dev gibi adamlar eliyle
yapıldığı izlenimini versin diyedir. Resmî binaların girişleri (Ankara’da Alman
mimarlara yaptırılmış bir dizi resmi binanın girişlerini hatırlayalım), uzun
basamaklara yükseltilmiş dört adam boyu yüksekliğindeki kapılarıyla, bu
kapılardan girenlerin sanki birer dev olduğunu düşündürmek içindir. Safkan
Alman ırkından gelme bütün insanlara kendilerini olduklarından daha üstün ve
mükemmel olduklarını düşletmek ve saldıracakları diğer hakların, anasını
kolayca belleyebileceklerine inandırmak için, Naziler ‘Yeni İnsan’ anlayışlarında
bu idealleştirmeye büyük önem vermişlerdir.
Bu anlayışlarının daha açık ve
kesin çizgilerle sergilenebildiği heykellerinde belirgin özellikler şöyle
sıralanabilir: Çok abartılmış adaleli vücutları sergileme kolaylığı vermek
üzere yararlanılan çıplaklık. Çıplaklığın kullanılma olanağı bulunmayan
durumlarda, eski Romalı tipi tunik giysiler. İnsan duruşlarında mutlaka göğsünü
şişirmiş, her an dövüşmeye hazır bir eda, sert ve ceberrut bakışlar. Ve de yarı
tanrı, yarı dev duygusunu tepeden bakışıyla verebilmek üzere mutlaka insan
boyunun üzerinde yükseltilmiş kaideler. Nazi sanatı, bütün çeşitliliği ve
zenginliğiyle gerçek olan insanı reddederek onun yerine ‘idealize’ edilmiş,
mutlaklaştırılmış, ‘en’ üstün insan tekini savunduğundan, giderek insan
kişiliğinden soyutlanmış, tıpatıp birbirine benzeyen mükemmel insan figürlerine
vardığından bu tür heykelcilikte sanatçıların kişiliğini ayırdetmek olanağı yok
denecek kadar azalmıştır.
Türkiye’de uygulanmış bu tür heykellerden, ilkin
Krippel’in Afyonkarahisar Zafer Anıtı üzerinde duralım. Her yönüyle bir vahşet,
kin ve gaddarlık simgesi olan bu anıt, dünyanın herhangi bir ülkesinde
faşistlerce benimsenerek bir kentin ortasına dikilebilir, oralı faşistlerin
kendi halklarının komşu bir ülke halkına karşı düşmanlık duygularını kışkırtmak
üzere yararlanabilecekleri bir araç olabilirdi. Heykel, düpedüz idealize
edilmiş bir insanın, yani hangi halktan olduğu belirsiz bir insanın, hangi
sebeple olduğu da anlaşılmaksızın başka bir insanı parçalamakta olduğunu tasvir
ediyor. Bu heykel konusunda düşüncelerini sorduğumuz Afyonkarahisarlı insanlar,
parçalanmakta olanın Yunanlı, parçalayanın da ‘biz’ olduğu kanısındalar. Yani,
onlara böyle açıklanmış. Ne var ki, Afyonkarahisarlılar bu hayvansı figürü
kendilerine benzetmekte de hayli tereddüt içindeler. Bir kere onlar hiçbir
zaman Alman Nazileri gibi böyle hayvansı duygulara kapılmamışlar, saldırgan ve
vahşi olmamışlar, dövüşmüşlerse de kendi topraklarını korumak adına
dövüşmüşler. Öte yandan, Afyon’un emekçi halkının da, mütegallibesinin de vücut
yapılarıyla, bu her tarafından adale fışkıran garip vücudu bağdaştırmakta
güçlük çekiliyor. Zaten bu hayvanın çıplaklığı da başlıbaşına bir sorun. Heykel
yerine dikildiğinde üzerinde mevcut bulunan erkeklik organı sonradan ‘sünnetsiz
olduğu’ gerekçesiyle, demir testeresi marifetiyle iptal edilmiş. Gene bir
Afyonkarahisarlı vatandaşın heykel üzerine yaptığı yorum, yerli halkın bu tür
heykele karşı direnişinin unutulmayacak bir örneği: «Efendim, bunların Türk,
Rum falan olduğu hikaye. Aslında bu heykel, çıplak vaziyette hamamda bulunan
iki arkadaşın, ayakları göbek taşına takılıp düştüğünü tasvir edermiş.»
Josef
Thorak ile Anton Hanak Alman Nazilerinin resmi sanatçısı durumunda. Nazi sanatı
üzerine yapılan değerlendirmelerde Josef Thorak’ın adı, gene kendi gibi ünlü
heykelci Arno Breker ile birlikte ‘Üçüncü Reich sanatının temsilcisi, büyük
usta’ olarak geçiyor. Almanya’da bulunan ‘Arkadaşlık’ adlı heykeli, artık Nazi
sanatının simgesi haline gelmiş. Ankara’da, Kızılay’da Hanak’la birlikte
yaptığı Güven Anıtı adlı iki bronz figürlü gariplik de, bu sanatın yerini şaşırmış
bir örneğinden ibaret. Kim olduğu belirsiz iki dev yapılı, bol adaleli, eski
Romalı usulü saç traşlı ve dehşetli gaddar bakışlı bu iki çıplak insan,
ellerinde gene eski Romalılara özgü gladyatör sopaları tutmaktalar. Üstelik de,
bu bronz figürlerin üzerinde durdukları gene ‘büyük ve köşeli’ taş örme
yükseltinin alnında, heykelle arasında hangi ilgi görülmüşse, «Öğün, Güven,
Çalış» sözcükleri yazılmış. Mussolini’nin «İnan, Güven, Dövüş» sloganını hemen
hatırlatan bu sözlerin Almancadan tercüme edildiğini düşünmek herhalde abartma
olmaz.
Güven Anıtı’nın arka tarafındaki beş figürlü rölyef ise, düpedüz ulusal
bir rezalet. Kafaları üstün Alman ırkı kafatası ölçülerince işlenmiş dört
çıplak ve gene pek bol adaleli figürün ortasında ve önünde duran sözümona Atatürk’ü
temsil ediyor. Peki, Atatürk’ün üzerinde Romalı gladyatör giysisinin ne işi
var? 1935’lerde ülkemizde iktidar çevrelerinde bolca bulunan Nazi hayranlarının
itiraz etmeyi akıllarına getirmedikleri anlaşılan bu maskaralığı, Josef
Thorak’ın pek tutkun olduğu sanat anlayışı içinde bitirdikten sonra öndeki
figürün başı yerine bir Atatürk büstü yerleştirerek tamamladığı açık. Bu
figürün Atatürk’ü temsil ettiğini iddia etmek kadar, arkadaki dört gladyatörün
de kurtuluş savaşı veren Türk köylüsü olduğunu savunmak bir cüret işi olmalı.
Alman Nazizminin iktidara gelişiyle, Almanya’da kendi ideolojisinin
propagandasını yapacak, etkisini yaygınlaştıracak bir sanatın gelişip
olgunlaşması anlaşılabilir bir şeydir. Hatta bu sanatın ‘tutarlılığı’ açısından
incelenmeğe değerliliği de vardır. Ama, Nazi sanatının ürünlerinin nasıl olup
da Türkiye’de meydanların ortasına dikildiği, hele bunların Atatürk’ü ve Türk
halkını ne münasebetle temsil edeceğini anlamak, bugün artık mümkün değildir.
Türkiye Cumhuriyetinin kuruluşunu izleyen yıllarda her alanda olduğu gibi sanat
ve kültür alanında da, ülkenin çağdaş uygarlık düzeyine erişmesine katkıda
bulunmak üzere, çeşitli kadrolar yurtdışına eğitim görmek üzere gönderiliyordu.
Sanatçı olarak gönderilen kadrolar, doğal olarak o yıllara kadar Avrupa’nın
kültür merkezi olma özelliğini kesinlikle korumuş olan Fransa’ya, Paris’e
gönderiliyor. Sanat ve kültür adamlarının Fransa’da yetiştirilmesini doğru
bulmasına karşın, o dönem iktidarının, ülkede acilen yapılması gereken işler
çerçevesine kolay kolay Fransız uzman sokmamış olması ilginçtir.
Demek ki,
kendi sanatçılarımız yetişinceye kadar yabancı uzmanlardan yararlanma ilkesini
benimseyen iktidar, heykel ve mimarlık alanlarını somut sonuçlara hemen
varmayan genel kültür hazırlıklarının dışında ele alıyor, genç Türk sanatçıları
yetişmek üzere Fransa’ya gönderilirken, halk yığınları üzerinde hemen ve kesin
etkiler sağlayabilecek bu iki alanda Almanlara başvurmayı yeğliyordu. Ne var
ki, Nazi sanatının bütün özellikleriyle gelip Ankara’nın en bellibaşlı
alanlarına, caddelerine birer kabus gibi çöken bu heykeller ve binalar, yalnız
kendi adlarına ideolojik izler bırakmakla kalmamışlar, uzun yıllar, hatta günümüze
kadar ülkemizin sanatını ve sanatçılarını etkilemeye devam etmişlerdir.
1945’de
Nazizm, dünya demokratik güçlerinin yumruğuyla eziliyordu ama, onun ideolojik
silahlarından birçoğu, bu arada Türkiye’deki Nazi heykelleri, insanların
yüreklerine gaddarlık, düşmanlık ve kin duygularını şırınga etmeye devam
edebilmek üzere gene ayakta duruyorlardı. Daha önemlisi, geçinebilmek için
heykel yapmaktan başka olanağı olmayan Türkiyeli sanatçılar, yönetici
çevrelerin pek hoşuna giden bu tür heykellerin etkisi alanına giriyor ve
sözkonusu yabancı heykelcilerin yaptığından çok daha fazla sayıda, aynı
doğrultuda heykel, Türk heykelcilerinin eliyle yapılarak, yurdun dört köşesine
yayılmağa başlıyordu. 1950’den sonra, sosyal ve politik değişmelerin de etkisi
ile, ülkemizde resim ve heykel sanatı, görece liberal sanat sayılan
soyutlamacılığın etki alanına girerken, tabii Nazi heykelciliği de giderek
etkisini koruyamayacak ve yerini başka eğilimlere bırakacaktı. Ama öyle olmadı.
27 Mayıs 1960’daki askeri müdahale ile iktidarın daha radikal güçlerin eline
geçtiği, ortalıkta püfür püfür iyi niyetle vatan kurtarma rüzgarlarının estiği
sıralarda, Milliyet gazetesi «Heykeli bulunmayan illere Heykel diktirme»
kampanyası açtı. Bağışlar toplandı ve bu ‘çok gerekli’ uygulamaya devam edildi.
Sonraları da çeşitli kurumların siparişleriyle sürdürülen bu heykeller hep
Atatürk heykelleridir.
Gerçi ‘Nazi Heykelciliği’ ile, yani üstün ve sahte insan
anlayışını simgeleyen sembolik figürlü heykeller ile, bu Atatürk heykellerini
birbirinden ayırmaktayız ama, heykelcilerimizin birçoğunun Atatürk
heykellerinde Nazi heykelciliğinin üslûbunu, belirgin özelliklerini, besbelli
bilinçsiz bir şekilde sürdürdükleri de bir gerçektir. İlkin, bizim
heykelcilerimiz üzerinde Nazi anlayışının hüzün verici bir örneği olan, Ratip
Aşir Acudoğu’nun Menemen’deki ‘Şehit Kubilay Anıtı’ndan başlayarak bir kaç
örnek üzerinde duralım. Heykele konu olacak hadise herkesçe bilinir; Menemen’de
bir gurup mürteci, Atatürk devrimlerinin savunucusu Kubilay’ı öldürmüşlerdir.
Ve Menemen’e, mürtecilere Atatürkçü devrim ruhunun ölmeyeceğini hatırlatacak
sembolik bir anıt dikilecektir. Gelgelelim, Menemen’e dikile dikile, bu kez
Türkiyeli bir sanatçının elinden çıkma bir çıplak Romalı gladyatör heykeli daha
dikilivermiştir. Kubilay’ı sembolize ettiği iddia edilen figür sırım gibi bir
Alman delikanlısının ideal vücut ölçülerinde, tabii bol adaleli ve çıplak
(Allahtan, ayıp olmasın diye önüne Romalı usulü bir bez tutuşturulmuş) ve de
elinde hangi sebeple olduğu belirsiz, uzun bir mızrak tutmakta.
Şimdi, Menemen
halkının duygularına bu kadar ters, zaten insanca olan herşeye temelinden ters
bir anlayışla yapılmış bu heykeli, oralı insanlara Atatürk devrimlerinin
yanında mürtecilere karşı saf tutma duygusunu verebilecek midir? Hayır, tam
tersine. Çünkü bu sanat halkçı ve ilerici bir sanat değildir. Bu, halka
gaddarca bakan, kendini baskı ve terörle kabul ettireceğini zanneden faşist bir
anlayışın sanatıdır. Olaya, genellikle olduğu gibi, oralı emekçi halk açısından
bakmakta yarar vardır. O güne kadar kasabanın okulunu, elektriğini,
hastahanesini tamamlayamamış, insanına iş bulmamış, insanca yaşama olanağı
verememiş Devlet, getirip de kasabanın orta yerine, gücünü ve otoritesini
temsil etmek üzere koskoca bir taş yığını üzerinde çıplak ve gaddar bir savaşçı
heykeli dikiyorsa, oradaki insan bu heykele de, benzerlerine de tepki gösterir.
Türkiyeli heykelcilerin pek çoğunun, Nazi heykeli çizgisinde uygulamalar
yaparken yönetici kadroların beğenisine ve yönlendirisine uğradıkları açıktır.
Daha önce de değindiğimiz gibi, ülkemiz heykelcileri yaşayabilmek için devletin
kendilerine sunduğu tek destek olan bu siparişleri uygulamak zorunda
kalmışlardır. Bu nedenle ülkemizde uygulanmış, sembolik figürlü ya da Atatürk
figürlü heykellerin pek çoğunda Nazi sanatının izlerini bulmak mümkündür. Ancak
bunlardan bir kısmı, ulusal kültürümüzün öğelerinden yararlanmak, yeni
denemeler yapmak yerine, Nazi sanatını Naziler kadar ‘iyi’ yapabilmek üzere
çaba gösterenlerdir.
Bu sanatı halkımıza, ulusal kültürümüze ve onurumuza taban
tabana ters çizgisi üzerinde sürdüren uygulamalarıyla Nusret Suman, Hüseyin
Özkan, Hakkı Atamulu, Sabiha Bengütaş ve Yavuz Görey’in adları sayılmalıdır.
Hele Yavuz Görey’in İstanbul Üniversitesi önündeki «Atatürk ve Gençlik» adlı
heykeli, kepazelikte Josef Thorak’ın «Güven Anıtı» ile ya da «Kubilay Anıtı»
ile kolaylıkla yarışabilir. Bir erkek ve bir kız figürünün ortasında yer alan
Mustafa Kemal Atatürk, yerlere kadar uzanan bir Romalı tuniğinin (siz
dilerseniz buna cübbe deyin) içinden çıplak kolunu havaya kaldırmış ufku
gösteriyor. İki yanındaki ‘genç’lerin bizim gençlerimizle bir benzerliğini
bulana aşkolsun. Delikanlı, gene bildiğiniz çıplak ve tüysüz Alman delikanlısı
ölçülerinde, genç kız aynı ölçülere uygun vücudunu gizlemeyen tül gibi bir
giysi ile yoldan geçenlerin iştahını celbedecek ilginçlikte, ve tabii diğer
figürler gibi yalınayak. Bu heykelin ortasında, Atatürk’ü temsil ettiği iddia
edilen figürün başını değiştirip yerine Adolf Hitler’in başını koysanız, bu
heykel mutlaka daha başarılı ve tutarlı bir eser haline gelir. Bu heykel,
Atatürk’e olduğu kadar gençliğimize de ters ve saygısız, hem de faşistlerin
bile sahip çıkamayacağı kadar saygısız bir Nazi heykelcilliğinin yerli
numunesidir.
Türkiye’de anıt-heykel, yani halka açık alanlara dikilen ve kalıcı
olması özellikle istenen tür heykellerin hep devlet, ya da devlete bağlı
kurumlar tarafından yaptırılmış olması, belki de bu sanat dalının en şanssız
yanıdır. Heykeller, öylesine halkımızın beğenisinin uzağında tasalarla
uygulanagelmiştir ki, öylesine bir hikmetinden sual olunmaz bir devlet
icraatıdır ki, insanlar onunla giderek ilgilerini kesmişler ve heykelciliğin de
insan yüreğine sıcak duygular taşıyabilecek, güzel ve olumlu şeyler
düşündürebilecek bir sanat dalı olabileceğini artık unutmuşlardır. Öylesine
sanat-dışı bir icraata dönüşmüştür ki, örneğin bugün ülkemizde diğer bütün
sanat dallarında kültür emperyalizminin yozlaştırıcı etkileri üzerinde durulup,
mücadele yöntemleri geliştirilirken heykelcilik alanında, ülkemiz halkına karşı
uygulanmış bu en gerici ve en çirkin saldırı, gündeme bile gelemez olmuştur.
Kültür emperyalizminin ülkemizde en derin yaraları açtığı bu alanda da, ulusal
kültürümüzün, bilincimizin ve onurumuzun bütün bu rezaletin üzerine bir sünger
çekerek kendi haklı yerini alabilmesi adına mücadele vermek hepimizin
sorumluluk alanına girmelidir.
[1] Orhan Taylan was born in Samsun in 1941. His father was from Thessaloniki and was a painter. His mother was from an old Ottoman Pasha family in Istanbul and was also an artist. In 1960, Orhan graduated from Robert College in Istanbul. He then went to Rome and worked intensively on drawing, painting and mural techniques and especially acquainted himself with Mexican mural painting. He participated in the student exhibition at the Academy of Rome. In 1966, he graduated from the Faculty of Fine Arts in Rome and returned to Turkey. Taylan became a member of the Workers Party of Turkey. He has been creating mural-paintings, posters for democratic organizations and trade unions, and drawings for progressive publications. Since 1968 Taylan has held numerous solo exhibitions and participated in various group exhibitions in Turkey. Documentary films about him include “Paintings on Longing” (1988) directed by Nurdan Arca (24 min), “Orhan Taylan’s life and works” (2002) directed by M.Düzgünoğlu (54 min) and “Orhan Taylan in his Studio” (2004), directed by A.Brudniak (34 min). Taylan currently continues his work in Asmalımescit, Istanbul.
[1] Orhan Taylan was born in Samsun in 1941. His father was from Thessaloniki and was a painter. His mother was from an old Ottoman Pasha family in Istanbul and was also an artist. In 1960, Orhan graduated from Robert College in Istanbul. He then went to Rome and worked intensively on drawing, painting and mural techniques and especially acquainted himself with Mexican mural painting. He participated in the student exhibition at the Academy of Rome. In 1966, he graduated from the Faculty of Fine Arts in Rome and returned to Turkey. Taylan became a member of the Workers Party of Turkey. He has been creating mural-paintings, posters for democratic organizations and trade unions, and drawings for progressive publications. Since 1968 Taylan has held numerous solo exhibitions and participated in various group exhibitions in Turkey. Documentary films about him include “Paintings on Longing” (1988) directed by Nurdan Arca (24 min), “Orhan Taylan’s life and works” (2002) directed by M.Düzgünoğlu (54 min) and “Orhan Taylan in his Studio” (2004), directed by A.Brudniak (34 min). Taylan currently continues his work in Asmalımescit, Istanbul.
No comments:
Post a Comment